Hayat Hepimize Bir Rol Vermiş Tutunmaya Çalışıyoruz!... Hayat bu; su gibi geçip gidiyor işte…
Kâh gülüyor, kâh ağlıyoruz.
Bazen dağları delecek güce sahip yürekler
Bazen kuş kanadı kadar narin.
Her şeye rağmen yeni bir yıl yeni umutlar, yeni güzellikler demek
Aslında hayat ne zormuş değil mi? Kuş olsan kanadını kırıyorlar, çiçek olsan dalını, insan olsan kalbini değil mi?
Ne güzel demiş bir şiirinde Nazım Hikmet
“Bugün yine çok güzelsin hayat
Seni sevdiğimi söylemek gerekiyor içimden
Güvercinler uçuruyorum hiç tanımadığım insanlara yüreğimden
Tutacaksın bilmiyorum sana uzattığım ellerimden
Bugün yine çok güzelsin hayat her şeye rağmen…”
Bir gün eninde sonunda bir süre sonra, ”Nimetlerine bir türlü doyamadığımız” bu fani dünyayıbırakıp gideceğimizi asla düşünemiyoruz…
O yüzden de, arkamızda kalacak insanların gönüllerine bir aydınlık pencere açacak şeyleri hep ihmal ediyoruz; sevdiğimiz insanları her fırsatta bağrımıza basmak gibi şeyleri mesela… Üzdüğümüz için üzgün olduklarımızdan özür dilemek gibi… Yüz vermemek, iktidarımızı korumak adına bir kol boyu uzak tuttuklarımıza, Onlara çok değer verdiğimizi ve onlarsız bir hayatı düşünmek bile istemediğimizi söylemek gibi…
Hayat bu ya, hepimize bir rol vermiş tutunmaya çalışıyoruz… Yaşamaya alışmak zor… Kimilerimiz hayata tutunmayı başarırken, kimilerimiz hayatın kargaşasında sürüklenip gidiyor. Sağlam durmak zor… Emek istiyor bazı şeyleri yoluna koymak, direnmemiz gerekiyor acılara, ayrılıklara…
Hayat acımasız… Çoğu zaman arkamızdan vurur bizi. Hiç beklemediğimiz anda, hiç beklemediğimiz kişiler yara açar kalplerimizde… Yetişemeyiz hayatın yalanlarına, karaktersizliğine…
Ama haksızlık etmemeli kimseye, yüzümüz gülüyor bazı bazı… Ne var ki bu sefer de biz tadını çıkaramıyoruz geçici mutluluğumuzun…
O kadar alışmışız ki acı çekmeye, zamansız gelen kısa mutluluklar şaşırtıyor bizleri… Alışmaya başladığımız anda da uçup gidiyor elimizden... Hayatta hiçbir şeye “dur” diyemiyoruz ne yazık ki. Hayat ellerimizden kayıp giderken sadece baka kalıyoruz olanlara… Küçük bir çocuğun alamadığı oyuncağa baktığı gibi… Bomboş ve çaresiz…
Zamanı değerlendirmeyi bir türlü öğrenemiyoruz. Sürekli bir ikilem arasındayız…
Hep bir yanımız “kal” diyor, bir yanımız “git”…
Bir yanımız “yap” diyor, bir yanımız “yapma”…
Kararsızlıklarla öldürüyoruz durduramadığımız zamanı…
Yapacak şey çok, ama biz hep “yarın” diyoruz…
Hem zamanı, hem sevdiklerimizi erteliyoruz… Günden güne uzaklaşıyoruz, tek başınalığı seçiyoruz. Az ses çok huzur diyoruz… Konuşulan çoğu şeyi dinlemiyor, önemsemiyoruz…
Öyle bir gün geliyor ki, yalnız yaşadığımız günlere isyan ediyoruz… Bu hayatı biz seçtik diye kızıyoruz kendimize. Ne yapacaklarımızı yapmış oluyoruz ne de yaşanacak bir mutluluğumuz oluyor. Zamanın gideni getirdiğine değil, var olanı götürdüğüne kötü bir tecrübeyle inanıyoruz…
“İyi ki!” demek yerine “keşke!” demeyi seçtiğimiz zamanlara ağlıyoruz… “Keşke, keşke!” diye haykırıyoruz giden zamanımız için…
Ne acıdır ki zaman bizleri hırçın dalgalar gibi savurup duruyor… Ve biz sadece giden zamanımızın ardından bakıyoruz…
Ne yazık ki zamanı tutamıyoruz o zaman biz de bizim için değerli olanların zamanla elimizden kayıp gitmesine engel olalım… Hiçbir şey için geç değildir ve hiçbir şey için doğru zaman yoktur. Doğru zaman, yapmayı istediğimiz zamandır… Hiçbir şey için geç kalmamalı insan, yarın her şey için çok geç olabilir…