Bulutlardan ateş yağan bir temmuz gününün akşamında, hiç esmeyen rüzgar ara, sıra öpüp geçiveriyor yanan tenini insanın. Yorgun ayakların üzerinde duracak hali yok yanık kokan bedenin. sanki özelliğini yitirmiş kör bir bıçak, kesmeyen oluveriyor insan. Kırık dökük, inceden ter kokusu, insanda kokuyor yaşarken iste. Hayatın kuralı bu. Ağaçlar yanarken nasıl dumanında kendine özgü kokusunu etrafa yayarken, Et pişerken, kokarda insan kokmaz mı temmuz sıcaklarında. Çocukluğumun baharında temmuz sıcaklarını çok hatırlamasam da, Kesmeyen bıçakları bileyen çarkçıları hatırlıyorum. Peki soracaksınız çark nasıl bir aletti. Yetmiş seksen santim yüksekliğinde ağaçtan çatılan bir mekanizması vardı. ortasında işaret parmağı kalınlığında çelik bir mil, mile bağlı bir kayış, kayışı bisiklet pedalına benzer düzenekle ayağıyla basarak döndürülen yuvarlak sert zımpara taşı, Çarkçı pedala bastıkca daş döner, taş döndükçe kör bıçaktan çıtlak sel olur akardı yıldız yıldız ateşten. Kasabanın çarkcısı köylümüz İsmail amcaydı. İnce uzun boyu karga gagasını andıran eğri burnu vardı. Çarkı sırtında taşır, kasabanın işlek bir caddesine koyar, bir çark döner, bir kendi dönerdi. Onun çarka vurduğu bıçakları, hamaratları Osman dayımın köstere taşında güzelde bir bilevlerdik. Köstere taşı el ile döndürülür, su ile beslenirdi. Mahallede her ihtiyaç Osman dayımın evinde görülürdü. Pancar pişirmek için yarma Osman dayımın el değirmeninde çekilir, kışlık fırına koyulacak mısır, fasulye Osman dayımın evinin arkasında ki, ufacık köy fırınında kurutulurdu. O yıllarda kasabada kıtlık yılları, şimdiki gibi marka ayakkabılar da yoktu. Çocuklar plastik ayakkabılar giyer, Büyükler somalı lastikten ayakkabılar giyerdi. Bir kokardı ki, birde içi kırmızı astarlı derbeyler vardı. bir iki defa giydiniz mi çorabınızı astarı kırmızıya boyardı. Yağmurlu havalarda içine yağmur girince vıcık, vıcık olurdu. Akşam ayağınızdan çıkardığınızda ayaklarınız işkembe şirdanı gibi buruşuk buruşuk ölü ayağı gibi uzanıp dururdu bacakların devamında korkutucu, korkutucu. Tez eskirdi o ayakkabılar yırtılırdı. en çokta baş parmak kemiğinin olduğu kısımlardan. Hasanağa Camisinin arkasında, Kuklacı hacının dükkanın hemen önünde iki seyyar ayakkabı tamircisi gelirdi salı günleri. Önlerinde bir sandık, sandığa çakılı elle dönen bir zımpara taşı, bir örs, birde eğri iğneleriyle uğraşırlar, uğraşırlardı. çarşıya gidince onların çalışmalarını seyretmek için hep onların yanına giderdim. Biri ufak tefek tombul yüzlü, diğeri ise zayıf, uzun yüzlü çarkı çevirirken eliyle dişlerinin hepsini gösterirdi. Burnu yukarı kalkar, gem vurulmuş bir atın dudaklarını kaldırıp dişlerini dışarıya vurması gibi bir hal alırdı. Gülesim gelirdi adamın haline. sanki çile çeker bir hali vardı. Çarka vurdukları yırtıkları, etrafı kokuya boyayan bir ilaç sürerler on onbeş dakika bekledikten sonra aynı lastikten bir yamayla yapıştırırlardı. Harıl, harıl çalışırlardı. Kollarında kolluk, alınlarında ter. Temmuz sıcağında çocukluğumdan bir salı, Sonra öyle üzeri kasabanın öğle matinesi için sinemadan bilet alır sinemaya giderdik. Klimasız, sigara içmek serbestti. Sinemanın kapısında bazı şehir çocukları okunmuş macera dergileri satarlardı. teksass, tommiks,tarkan,...... ret kit okumak yasak olsa da kaçamak yapar kitapların arasına kamufle edip okumaya çalışırdık. Temmuz sıcaklarında sonra fındık başlardı. bahçeler imece usuli ile toplanır, fındıklar harmanlarda tek tek soyulurdu. Şimdilerde bir an önce toplansın diye yollara düşüp ağıtlar yakıyoruz. bitsin de ne olursa olsun. Kolay değil, Köyden indik şehire. Fındıkta kimin neyine. bir kaç yıl sonra kimselerde toplamazsa şaşmayın. Z kuşağı fındık toplamaz. benden söylemesi. sıcak bir temmuz akşamında sizleri yordumsa af ola. Yazmadan duramıyorum. Bir tiryakilik işte, Serin havaların gelmesi umuduyla....
M.Yayla-Görele