Dik vadinin zirvesinde kocaman ağaçların dökülen yapraklarının üzerine oturup ağaçların arasından etrafı izlerken kurşundan bulutların gölgesi düşmüştü denize.Üşümüş tonlarca kurşun ağırlığında ki bulutların altında kımıldamadan durmaya çalışıyordu.İncecik bir sis üzerini kaplamıştı.Ben yazarken o kurşundan bulutların altında üşümekten titrerken,Çok uzaklardan bir kalem kalınlığında,bir kalem boyunda ufuklara teğet bir gemiye yol gösteriyordu yine de deniz.Hava o kadar sertti ki insanın içi ürperiyordu.Kendi kendime koca denizin baş edemediği soğukla sen mi baş edeceksin deyip soğuğu daha içten hissederek soğuğa tam teslim olacaktım ki,kasabada İki kollu,iki tekerlekli hamal arabasını çeken Süleyman dayı geldi aklıma.Alçak boyu,iri vücudu,karısının ördüğü yıllanmış V yaka kazağı,kahve rengi dizleri yamalı kadife yıllanmış şarap gibi pantolonu,boynunda sofra bezi ebadında beyazı yitip gitmiş atkısıyla belki tonlarca ağırlığındaki çimento çuvallarını Çekişi geldi gözlerimin önüne.İki eli arabanın iki kolunda arabaya asılırken kalın ipten boyunduruğu iman tahtasının üzerinde, yere yapışmış dönmeye çalışan çıkma oto lastiklerinin stabilize yolda yalpalar yaparak dönmesi,bir çukura düşünce lastiklerin inatçı keçi gibi donup kalması,Ama o adam asla pes etmez o tekerleri döndürür tekerler dönmeye başlayınca alnından fışkıran terini beyazı kaybolmuş şalına siler şalı bardakta ki çay gibi ter tüterdi.Üşüdüğü mü unutup onun alnından fışkıran,şalından tüten teri hatırladığımda
ısını verdim.Sanki ağustos sıcağında buram buram terledim.Deniz hala üşüyor bulutlardan nal para yağıyordu.Ben Süleyman dayının Ekmek kazandığı el arabasının tonlarca yükü altında,Süleyman dayının alın terinin sıcaklığında ısınmanın bahtiyarlığını yaşadım.Rahmetle yad ediyor.Aziz hatırası önünde saygıyla eğiliyorum....M.Yayla-Görele