Çocukluğumun baharlarında evimizin olduğu mahalleyi tılsımlı bir toprak kokusu kaplardı. Nasıl anlatsam bilmiyorum. Hani yeni açmış erik çiçeği, dal uçlarında tüten yeşil minicik yapraklar birbirlerinin kokusuyla harmanlanır, canlanan toprakla tüte tüte kokardı. Arı uğultuları erik ağacının dallarından dalga dalga her yere yayılırdı. O baharın tılsımlı havalarında içimde yüreğimde bir güneş açardı. İçimde uçurtma yapma hevesi harlanırdı. Güzel bir uçurtma yapıp Çiçeklere, yapraklara, arılara,kuşlara inat uçurmak isterdim. İsterdim de uçurtma, öyle kolay da yapılmazdı ki. Olanaksızlıklar girdabına düşerdim. Çıta lazımdı, yağlı kağıt, ip, yapışkan tüm bunları birleştirip uçmaya hazır etmek, uçurtma tamamlandı mı birde, rüzgar lazımdı. Heyecanla koşmaya başlardım bayır yollardan, taylarla yarışır gibi koşardım, kasabaya giden yolu. Adımlarım enseme değerdi sanki. nefes nefese kalırdım. Tanıdığım baba dostu marangoz Bünyamin amcanın dükkanına giderdim ilk önce. Utanarak, sıkılarak ince çıta isterdim. Şerit ağaçları tahta yaparken ki ses sağanağında kulağını dudağıma eğer
-Ne istiyorsun derdi. Hızarda ağaç beklerken o çıta arama telaşına düşerdi. Biraz sonra bir kucak dolusu incecik çıtayı koltuğumun altına sıkıştırır, Hızar tozu dumanı içine kendini atardı. Çam kokardı atölye buram, buram. Sonra kırtasiyeye giderdim. Kitap gazete mürekkep kokardı kırtasiye dükkanı. Mavisinden iki tabak kaplama kağıdı alır rolo yapardım. Yapışkan almazdım .Buğday ununa su katıp çiriş yapardım. İp almazdım. Eski kazakları söker uçurtmama ip yapardım. Kasabaya indiğim gibi yollara düşerdim yine. Fakat bu kez inişteki gibi çabuk koşamazdım. Köyümüzün yolu inişi ne kadar kolay değildi yokuştu. Eğri büğrü dik büyümeyen kambur ağaçlara benziyordu. Kan ter içinde eve geldiğimde ekmek bıçağını alır çıtaları yontar Sanki yıllardır uçurtma yapan ustalar gibi uçutmayı yapardım. Ona rengarenk iki metreye yakın kuruk yapardım hurda kağıtlardan. Sonra eski bir kazak isterdim annemden. Kızsa da verirdi bir kaç saat sökerdim. söktüğüm ip sanki yay gibi kıvır kıvır olurdu. Kocaman bir yumak yapardım. Bağlardım uçurtmanın terazi diye adlandırdığınız kısmına bağlar masmavi uçurtmayı gelin gibi elime alır tepeye koşardım. Tepe dediğim yer mahallemizin oyun alanıydı. Oradan kasaba kuş başı görünürdü. Rüzgar hiç eksilmezdi. sanki her tarafı deniz olan bir adadan farksızdı. Orta yerinde çimenlerin içinden fışkıran mini minnacık üçgen biçiminde orta büyüklükte, Mısır piramitleri görünümünde bir sepet kadar kara taştan kamburu vardı. sanki karşı yamacında çok uzaklarda karlı tepeleri görünen dağlara bakıyordu. Birden deli bir poyraz esiverdi. Uçurtmam yerden bir kalktı. İp yumağım sağlanmaya başladı. Kuyruğunda ki kağıtlar binlerce çırçır böceği ötüşünü andıran bir sesle ötüyordu sanki. Yükseldikçe uçurtmam içim sevinç doluyor, ben uçuyor gibiydim bulutlarda. Rüzgar estikçe yükseldi, yükseldi. Ufaldı ufaldı. İpi ağırlaştı. Kumanda edemez oldum. Usul usul çekmeye başladım. gelmiyordu. Bırak beni bulutlarda kalmak istiyorum der gibi benimle inatlaşıyordu. Ben çektikçe ipim geriliyor, kopacak oluyordu. Ben çekiyor o direnirken ip koptu. Yönünü kaybetti bir aşağı bir yukarı savruldu. Karşı gecede ki kestane ormanının ağaçlarının birini dalına takıldı. Bir kuş kadar ufacık mavi bir kuş gibi tünedi, kestanenin kuru dalına. İpim,uçurtmam bir günlük emeğim kursağımda kaldı. Elim bomboş gözlerim karşı ki ormanda tüneyen mavi uçurtmam da eve doğru yürüdüm. Her şeyi çok güzel tasarlamıştım ama, Uçurtmaya istediği kadar yükselme hakkı vermemem gerektiğini düşünememiştim. Çok yüksekleri ip tartmaz dedim o çocuk yaşımda defterime de yazmıştım... Velhasıl; Her şey kıvamında olmalı. Demiri fazla yakarsan su , suyu çok kaynatırsan bulut olur...!!! M.Yayla-Görele