Benim yaşadığım kasaba ufacık avuç içi kadar olsa da, Yüreği çok büyüktür. Geçmişi tarihe damga vurmuştur. Memleketine nice insan yetiştirmiştir. Bunları saysam sizleri sıkmayan kısa yazım uzar da uzar. Hatta hata yapar, hatırlayamadıklarımın gönlünü kırararım. Benim ufacık kasabamın gönlü kırılacak insanları yoktur. Memleketin bir kopyasıdır benim kasabam. Bakmayın şimdilere, eskiden benim kasabamın kaldırımlarında, Çarşı içinde kökü yüreklerde merhamet ağaçları vardı. Yapraklarını dökmeyen çiçekleri solmazdı o ağaçların yıl on iki ay. Şimdiler de bakıyorum da o kaldırımlara çarşı içinde ki ağaçlara hep küskün, ümitsiz ve korkak. Parayla mesleğini satmayan kasabamın doktorları vardı. Bugün musallada o doktorlarımızdan Doktor Nabi Kandazoğlu'nun eşi vardı. Nabi Amcayı kırk yıl önce uğurlamıştık ufacık kasabadan Mahşeri bir kalabalıkla. Eşi ise bugün koşuyordu Nabi beyine. Nabi amca kasabada doktorluk yapardı. Kasabanın hastalarına bedava bakardı. Gece gündüz demeden. İncecik uzun boyu ince uzun yüzü, Kıvırcık ak saçlarıyla beyefendiliğin doruğunda bir bayrak gibi dalgalanırdı. Hem doktor hem siyasetçiydi. Seçim meydanlarında ilk kürsüde onu tanıdım. Hastalanınca kapısını çalar onun yazdığı ilaçlarla şifa bulurduk. Lise yıllarında dayımın yanında Okula gitmediğim günlerde dayımın camlarını takardım. Bir cumartesi günü dayım beni Nabi Amcanın evine göndermişti. Macunu çıkan demir çerçevelerinin macunun yapmak için. Heyecanlanmıştım. Nabi amcanın evine gidecektim. Takımlarım ile macunu aldım. Ziraat bankasının arkasındaki evine gittim. Evin önünde kocaman bir iğne yapraklı çam ağacı vardı kocaman. Merdivenlerden evin kapısına varınca beni gören bugün musallada olan Nabi amcanın eşi karşıladı beni. Hanım efendi, kibar, gözlerinin içi gülerken yuvarlak yanakları gözlerine eşlik edercesine,
-Buyur hoş geldin evladım. Ses tonunda ki kibarlık mükemmeldi. Sanki bir makam vardı konuşmasında. Vurgu ve ahenk. Utanarak, birazda heyecanla işime başladım. Cam macununu elimde simit gibi yuvarlayıp macunu dökülen demire yapıştırırken epey zaman geçti. Vakit öğlen olmuştu. Birden kapı çaldı. Hemen kapıyı açtı.
-Hoş geldin Nabi bey
Nabi amca ne ince ne kalın bıyıklarının altından hafif bir edayla gülümsedi. Gülümseyişi gülümserken kuru yanakları bir akordiyon gibi açılıp kapanmıştı.
-İşi bırak yemek yiyeceğiz dedi bana
Utandım
-Yok ben yemek yemem şimdi olmaz desem de beni zorla masaya oturttular. Yediklerimiz orada kırk üç yıl öncede mazide kalsın. Kalsında Nabi amcanın masasında yediğim o yemeğin tadı. Eşinin bana candan davranışı hala hatıramda dipdiri durur. İşim bitti takımlarımı topladım tam çıkacağım. Nabi Amca'nın eşi seslendi
-Az bekle
Olduğum yerde durdum. Elinde bir kese kağıdı vardı.
-Bunu kardeşlerine götür.
Ret etmek olmazdı aldım teşekkür ettim merdivenlerden inip kocaman iğne yapraklı çam ağanın altından dayımın dükkanına gittim.
Dayım
-Bitti mi dedi
-Bitti dedim.
Dayım bana ad takmayı severdi. matrak bir adamdı
-Aferin çiçek dedi.
Cebinden para çıkarıp bana uzattı. Kabul etmedim.
-O bizden almıyor ki dayı dedim.
-Aferin dedi dayım.
Bana verdiği kese kağıdını köye gidince açtım. Kardeşlerine götür dediği kese kağıdında Kendi elleriyle yaptığı un,yağ,süt kokan kurabiyeler vardı.
Allah rahmet eylesin, Nurlar içinde uyusun. Nabi'sine kavuştu tam kırk yıllık gurbetten, hasretten sonra. Allah birlikteliklerini artırsın. Biz yaşayanlara da hafızalarımızda, hala canlı gölgeleri kaldı. Ne mutlu Hafızalarda yaşayıp, Bu fani dünyada bir hoş seda bırakanlara...! M.Yayla-Görele