Haziran yaklaşıp, Dallarda kirazlar kırmızı, dutlar beyaz, beyaz olgunlaşmaya, ballanmaya başladığında, bir koşuşturmaca başlardı biz çocuklarda. Kocaman dut ağaçlarının çok uzağında, karşı mahallede, bodur, dalları yere kadar eğilmiş bir kara dut ağacı vardı. Kocaman yapraklarının arasından, Bazen kırmızı, bazen siyah, bazen de kadife gibi gözlerimizin ta içine bakarlardı. Denizin enginlerinden esen poyraz rüzgarında, Kocaman koyu yeşil yapraklar uçuşurken, mahalle çocukları saldırırdık kara dut ağacına. Ekşi, ekşi löp, löp çiğnemeden yutarken, Mahalle arkadaşımız kızlar denizin mavisine inat yanaklarını boyarlardı kara dutla. Palyaço gibi bıyık yaparlar, Elmacık kemiklerinin üstüne kocaman birer elma kondururlardı, kara dutun kırmızaya bakanlarından. Kulaklarına kıpkırmızı kirazdan küpe yaparlardı. Papatyalardan taç yaparlardı saçlarına, Bambaşka bir kimlikle gelirlerdi evlerine. Biz erkek çocuklar dillerimiz simsiyah kesmiş bir şekilde günlerce dilimizin kırmızısını arardık ağzımızda. Ben hep yanlarında onları seyrederdim. Hele ufacık yanağında elma taşıyan arkadaşlarıma gıpta ile bakar, Kulaklarında ki kirazdan küpeye elmastan yontulmuş bir hazineymiş gibi bakardım. Rüzgar eserken sert, sert denizden, üşürdük bile. Kirazı denize fırlatırcasına, çok uzaklara savururduk. Kim bilir belki de, denizin, dudağına kirazı, yanağına mahalle kızlarının, elmacık kemikleri üzerine boyamış oldukları kıpkırmızı karaduttan elmaları sunardık. Çocukluk işte. O yaşlarda onları ben düşlesem de, Mahalle arkadaşlarım da düşler miydi.? Kim bilir.! Ama bugün bu hikayeyi bana denizin kenarın da, deniz anlattı....!!!!
M.Yayla-Görele