Ağustos sıcağında, Ağustos böcekleri sıcağa inat çığlık çığlığa, ateşe düşmüşcesine çığlık atarlarken, sırtımda kırk kiloluk fındık çuvalı ileri ileri adımlarımı atarken, yamaçlar sanki ilerlememe izin vermez bir ırgat ağası gibi yorgun ayaklarımın altında adımlarıma izin vermiyordu. Tere batmıştım. Sanki yağmur olup yağıyordum. toprağa damla damla. Takadım kesildi. Kalbim kulaklarımda atıyordu sanki. Çöktüm ki kaymaya başladım. Toprak buz kesilmişti ayaklarımın altında kuraktan. Zorla yürüdüğüm yolun ilk başladığım yerine geldim kayarak. Ağlamaklı, ağlamaklı ayaklarıma, kaydığım bayıra baktım. Haylaz bir çocuk gibi bana gülüyordu yokuş sanki. Güneş cam gibi, yaprakların arasından ışığını göz bebeklerime tutuyordu afacan bir çocuğun, yuvarlak arkası horoz resimli el ayası kadar yuvarlak aynasından. Uykum geldi. Göz kapaklarıma direnemedim. yitip gitmişim yanan ağustos ateşinin alevinde. Bambaşka bir diyara götürdü beni uyku denen karanlık. Serin serin esen bir zamana. Yanıma biri geldi. Oturdu yanıma. Öyle güzel bir kokusu vardı ki. Bu yaşıma kadar öyle bir güzel koku duymamıştım. Onca çiçek koklamıştım. Çiçeklerin içinde büyümüştüm. Öyle kokan bir çiçeğe hiç rastlamamıştım. Rüzgar estikçe koku dahada bir başka hallere girdi. Ve bana bir masal anlatmaya başladı. O kadar güzel anlatıyordu ki, Böyle konuşan birini ilk kez dinliyordum ki, yanımdan yuvarlanan bir taşın yanımdan geçmesiyle berinlercesine uyandım. Güzel olan şeyler hep çabuk biter ya. Kokuya, masala doyamadan uyandım bende. Taş hala yuvarlanarak hızlanarak dereye doğru koşarcasına ilerliyordu. Az sonra derenin derin bir yerine düştü ki, suya vuruşu geldi kulağıma. Önümdeki daldan kuvvet alarak kalktım. Ayaklarımın üzerine öyle bir dikildim ki, sonra çıkacağım yokuşa baktım. sanki yemin etti ayaklarım. Adım adım yürüdüm yokuşu hafızamda. Adımlarım oktan çıkan yay gibi fırladı. Birbirini takip eden ve her seferinde hedefini vuran oklar gibiydi. Kan ter içinde kalsam da, Yokuşu tırmandım. Yükümü bir bıraktım sırtımdan. Sanki dağları ben taşıyormuşum da dağları sırtımdan atmış gibi, sevinç ve gururla hafifledim. Hala terliyordum. Birde ne göreyim. Uykum ve gördüğüm rüya devam etmez mi. O güzel koku, O güzel masalı anlatan güzel. Söz verdim o masalı bir o, bir ben bileceğim. Sır etti bana. Sordum
-Bu çiçek ne çiçeği
Dedi ki
-O da bende kalsın.
Uyandığım da terim soğumuş, gömleğim tenimde kurumuştu. Hemen önümde duran mahalle çeşmesinin suyuna yaklaştım, Musluğu açtım. Sanki yıllardır suya hasret gibi dakikalarca içtim içtim. Kimsecikler yoktu.Eve yöneldim.Cebimden kapının anahtarını çıkardım. Anahtar kilitle buluştu. Bir birlerine bir şeyler söylediler anlamadım. Kapı açılı verdi önümde. ne yemek, ne ekmek kokuyordu. Ben uyanmıştım. Ev uykuya dalmış, uyanmamak üzere uyuyordu. İşte o an da ağladım. Hamallık zor işmiş.
Yüke hamallık yapmak yürek ister. güç ister. Bir de Azim ister. Yükünüz hafif, Bahtımız açık olsun. O güzel kokan çiçeği bulmak, o güzel masalı herkesin dinlemesi umuduyla...M.yayla-Görele