Usul, usul yağıyordu yağmur. Dallar minicik, minicik yeşile boyanıyordu. Sanki yağmur yeşil yağıyordu. Bahçelere baktığımda dallarda milyonlarca uçuk yeşil bir kıvılcım tütüyordu. Yukarılara tepelere baktığımda, inceden tülden bir sis, rüzgarda dalgalanan tül gibi vadilerin eteklerinden tepelere doğru savruluyordu. Seslerini duyup, kendilerini göremediğim topaç kadar kuşların sesi doldurmuştu her yanı. Gözlerimde yeşilin en güzeli, gözlerimde sis ve kulaklarımda kuş sesleriyle yürürken, Önümde bir adam belirdi. Uzun boylu, iri yapılı, Saçları dağınık, uzun sakallı. Üzerinde kalın abadan, her tarafı dökülen eski harabe evleri andıran, siyahı uçmuş bir paltosu, sırtında ilkel, kalın keçi kılından örme heybeye benzeyen sırt çantası vardı. Yorgunluğu her halinde belli olan adama yaklaştım. Adam beni sezdiğinde arkasına döndü. Sanki hiç insan görmemiş gibi irkildi. Korkmasam da hayretle bakıştık. Göz bebekleri derin bir kuyuda ışıldayan sular gibiydi. Kaşları göz kapaklarının üzerinde şapka tereyi gibi gür, sigara dumanında sararmış bıyık rengine dönmüştü. Elinde uzun asaya benzeyen incecik bir metre ya var ya yok değneğe dayandı. Konuşmasını bilmiyor sandım. Dudakları aralandı.
-Gel gel dedi bana. Ürktüm. yüzünün şekli değişti. Kaşları düştü, sakalları savruldu. Baka kalmıştım. Anladı korktuğumu. Elindeki değneğe dayanıp diğer eliyle elimi tuttu. Elleri sanki diken dalı gibi elime battı. Ellerinin içi bir bıçakla sanki yüz yerinden deri derin kesilmişti. Nasırın bu kadar derin bu kadar yaygın olan bir eli ilk kez görüyordum. Beraberce oturduk.
-Ben dedi yıllarla savaşa savaşa buralara kadar gelen yaban bir adamım. Hep yürümekle geçti ömrüm. dedi
Gözlerine bakıp
-Çokta çalışmış görünüyorsun, ellerinin nasırı anlatıyor, sen anlatmasan da dediğimde gözleri doldu.
-Evet dedi bu ellerimle yıllarca demir dövdüm. Körük çektim derken gözlerinden iki damla yaş süzüldü elmacık kemiklerine. Gözlerime baktı
-Çok kazma, balta, orak, neler yaptım neler. Bir zaman geldi kimse almadı yaptıklarımı. Güldüler. Kimse ekmedi, kimse dikmedi, kapattım dükkanı, vurdum yollara. Heybeye benzeyen kıl çantasını çıkardı sırtından. Elini daldırdı heybeye. Bir avuç dolusu tohum çıkardı.
-Aç avucunu dedi. Avucumu açtım. Avucuma damla damla hiç görmediğim tohumlar koydu. Meraklandım
-Ne tohumu bunlar.
-Benim gücüm yok evlat dedi. Bu tohumları şu ağacın altına ek. Ama biraz derine ekmelisin, Kuşlar bulup yemesinler. Ellerimle toprağı eşeledim, eşeledim.
-Yeterli dedi. Elimde ki tohumları toprakla buluşturdum. Üstünü toprakla kapattım.
Gözleri ışıdı adamın.
-Ne mutlu sana dedi. Hayretle baktım gözlerine ne diyorsun dercesine
-Bahar ektin çocuk bahar ektin toprağa dedi. Sert bir rüzgar esti. Toz duman oldu her yer, ben bir yana, ihtiyar adam bir yana düştü. Adam seslendi
-Bahar düştü toprağa evlat. Bahar toprağa düştü mü kimseler durduramaz. Benim ömür bu kadar deyip ıradı kayboldu. Uyandığımda akşam olmaya yakındı. Toprakta bahar buğuluyordu. Yeşil fırtına dallarda savruluyordu. Bahar ılgıt ılgıt ne de güzel esiyordu. Yağmur hala yağıyordu. Derinlerden deniz çağıldıyor, Ufacık bir çalı kuşu bahara
-Bahar hoş geldin diyordu. Hele bir görseydiniz o çalı kuşunu, Denizin mavisini çalmıştı. Masmavi yeşile dönüşen dallarda sıçrayıp duruyordu. O çalı kuşunu kimseler göremese de sesini duyan gönüller vardı elbet. Ne mutlu masmavi o çalı kuşunu görene, sesini duyup bahar geldi deyip haykıranlara....!!! M.Yayla-Görele