Soğuk bir kış gecesinde dünyaya geldiğim doğru olsa da, doğum tarihim hazirandır benim. Karlı bir zemheri gecesinde doğduğumu söylerdi Annem. O zamanlar doğumlar doktorsuz köy ebeleri nezaretinde olurmuş. Benim köyümün ebesi Seher teyzeymiş. Orta boylu,ufak tefek bir kadın. Daha sonraki yıllarda tanıdığım bu kadın kasabanın ufacık sağlık ocağı gibi hastanesinde temizlik işlerini yapar, köyde hastalara iğne yapardı. Kırıkları yerine getirir, yumurta akı ve un karışımı ile çiriş yapar, kırık yeri ince hartama ile destekler sarardı. Çıkıkları yerine getirirdi. Kaynanasından öğrendiği bu sağlık bilgilerini olanaksızlıklar içinde yaşayan insanlara sunardı. Bu kadar iyilik yapsa da, Seher teyze argoda küfürlerle çocuklarına kızan babalar ilk ona küfür ederlerdi. Seher teyze duysa da bu tür küfürleri aldırmazdı. ''Kuru çamur, duvara yapışmaz'' derdi. İşte seher teyzenin yardımı ile bindiğim, Yakıtı gece ile gün olan hayat treninde hayat yolculuğuna devam ediyorum. Geçtiğim şehirler, çok geride kalsalar da, hala hatıramda dün gibi taptaze durur. Tren hiç durmaksızın raylardan kayıp gidiyor. Bugün makiniste seslendim.
-Durdur bu treni artık dedim.
Trenin sesinden, rayların çığlıklarından duymamış olacak ki, hep aynı hızla devam etti yoluna. Cama yaklaştım. Geri geri giden ağaçlara bakarken, yemyeşil ovalarda sayısız mavi zambakların çığlık, çığlığa bana el salladığını gördüm. Sanki yıldızlar kadar mavi zambak makiniste sesleniyordu.
-Dur, dur, dur
Tren bu durur mu umursamadan uzayıp giden raylarda kayıp gidiyordu. Ara sıra hiç umulmadık yerlerde duruyor, bir kaç yolcuyu bırakıp yine yoluna devam ediyordu. Birden mavi zambakların sesini duymuş gibi yavaşladı. Sevindim. Zambakların mavi zambakların içine bir tohum atar gibi, benim vagondan birini bıraktırlar. Yine hızlandı tren. Raylardan kıvılcımlar saçarak temmuz garına doğru yol aldı. Haziran denen kocaman bir şehrin son yokuşunu çıkıyorduk. Kısacık geceleri, upuzun uzadıkça uzayan günlerinin bitmeyen ışığında ilerliyorduk. Zemheride seher teyzenin eline düşsem de, haziran ateşlerinde hayat denen trende bir menzile doğru ilerliyordum. Nerede ve ne zaman, hangi ayın garında tamam deyip durup beni de indirecekti tren. Seslendim makinste;
-Sakın beni kraç bir bozkırda soğuk bir mevsimde hele hele zemheride bu trenden indirme. Duymasa da nerede ve ne zaman ineceğimi bilmediğim bu hayat treninde gidiyorum. Tek bildiğim Mavi zambakların içinden geçerken, yanan nar ağaçlarının yangınlarından haziran denen şehirden ayrılıyordum. Uzayıp gidiyordu tren. Yolum kısalıyordu. Nerede durur, kim bilir nerede ve ne zaman....! M.Yayla-Görele