" Türkiye'de şair olanın" durumunu anlatıyor:
Çektiğim cevri cefanın sebebinden sorma
Deme kim: Badiheva menkabe dellalı budur
Habs ile nefy ile işkenceyle ömrü geçer
İşte, Türkiye'de şair olanın hali budur
Vatanın elden gidişini anlatıyor:
Ey vatan ver elini bir sıkayım
Elimizden gidiyorsun adiyö
Çeşmi şefkat ile baktıkça sana
Beni mahzun ediyorsun adiyö
Eşref, kendi mezartaşı için şunları yazmış:
Kabrimi kimse ziyaret etmesin Allah için
Gelmesin reddeylerim billah öz kardaşımı
Gözlerim ebnayı ademden o rütbe yıldı kim
İstemem ben Fatiha,tek çalmasınlar taşımı
O derece yılmış insanlardan. Mezar taşımı çalmasınlar; başka bir şey istemem, demiş ama çalmışlar. Eşref'in oğluna kulak verelim, Yusuf Ziya Ortaç'a yazdığı mektupta: "Babamın Kırkağaç'ta İstasyon yolu kenarında kabrinin taşını, dün gece meçhul bir şahıs iki parça etmiş."
Eşref’te Nef'iyi andıran bir yön var:
Eylemem ölsem de kizbi ihtiyar
Doğruyu söyler gezer bir şairim
Bir güzel mazmun bulunca, Eşrefe
Kendimi hicv eylemesem kafirim
Bir gazelinin "matla" beyti:
Şimdi pek çok tekkeler tenbel yatağıdır bütün
Medrese sakinleri asker kaçağıdır bütün
Askerliğimi Kırkağaç'ta "Şair Eşref’in ilçesinde yaptığım için mutluyum. Eşref'in doğduğu, gezdiği, yaşadığı, sonsuza dek yattığı Kırkağaç'ı belki de gezemeyecektim. tanıyamayacaktım askerliğim olmasa.
Balkan şampiyonu Mehmet Yurdadön, Fenerbahçeli Onur da bizimle yaptı askerliği kısa dönem olarak.
Hafta sonu "dışarı" çıkışlarda ilk uğradığımız aşevi olurdu. Sıraya girerdik. Döner için. Alay komutanımız sık sık uyarırdı bizi, kazıklanmayın, diye... Bu düşünceyle askerleri "para" olarak gören aşevleri yoktu sanırım...
Kırkağaç'ta yemek sonrası Parkta bir ağacın altında, gölgede otururduk. Yanımda Ersin Kasım olurdu. Öğretmen arkadaşım. 3 Eylül 1983'te fotoğraf çektirmişiz. 25.9.1983'te Hayrettin Usta (Cet) ile çektirmişiz. Hayrettin uğramıştı, buluşmuştuk. İzmir Aliağa'dan İstanbul'a akaryakıt taşıyordu...
9.8.1983'te Alay'da çektirmişim: Tüfek omuzda... Eğitim alanında çektirmişiz: Aziz Naldemirci ( Giresun), Osman Yaşar (Malatya), Ersin Kasım (Görele)...
Kimbilir nasıl da değişmiştir Kırkağaç, nasıl da gelişmiş büyümüştür? Yıllar sonra görmek isterim anlatılacak anılar biriktirdiğim Şair Eşrefin yurdunu... Kimbilir?..
Er mektubundan: "4.7.1983, Pazartesi 9.30. Otogar. Geceyi burada geçirmek zorunda kaldım. Akşam yorgun argın otele düştüm. İlk işim soğuk bir duş almak oldu. Bizim evdeki su buradaki suyun yanında buz gibi kalıyor. Ama yıkandığım için rahatladım. Gece iyi geçti. Biraz sıcak. O kadar.
Gelirken yollarda Ege bölgesine ait kimi kasabalardan, kimi kentlerden geçtik. Afyon, Uşak, Salihli, Turgutlu...ve Manisa. Tümü de Giresun'dan büyük. Ama sevimsiz. Kapalı. Sıkıcı görüntüsü var. Düz arazide kurulmuşlar ama çevreleri ya tarla, üzüm bağları ya da çıplak arazi. Kayalıklar. Bizim bölgenin,insanın içini kıpır kıpır eden tatlı, yumuşak, dinlendirici, o güzelim yemyeşil görüntüsünden burada iz yok. Buna masmavi, dupduru çarşaf çarşaf
denizi de eklersek KARADENİZ buralara göre tam yaşanılası yer.
Saat "on iki"de Kırkağaç'a giderek öğleden sonra 6. Jandarma Er Eğitim Merkezine teslim olarak askerliğe başlayacağım. Kısacası bugün saat üçten sonra askerim."
Manisa, 17.7.1983 "Yolculuğa Trabzon'dan başladım. Saat birde geçmesi gerekiyordu Görele'den otobüsün. Ama yarım saat "yemek, ihtiyaç, namaz molası" verdi Çavuşlu'da. İkiye gelirken de sanırım Görele'den geçtim. Sizler bekliyordunuz. Öne geçtiğim için görüştük. Çağdaş'la Özgür beni görünce oturdukları yerden fırlayarak asfalta doğru yöneldiler. El salladılar. Babamla sen-Rafet - kalkamadınız. Yolculuk rahat geçti. Manisa eskisinden de sıcak. İnsan sokakta gezerken bunalıyor. Gölgeye kaçıyor. Öyle sanıyorum ki sıcaklık daha da artacak. Askelikte benim en güçlük çekeceğim durum havaların bunaltıcı olması. İnsanın burada sürekli su içme isteği geliyor. Hem de buzlu su. Ağzı, dudakları, boğazı kuruyor. Sıcağa bir alışsam gerisi kolay.
Gelirken yollara daha iyi dikkat ettim. Bu yörede insanlar şu mevsimde tarlada çalışıyor. Kıyafetleri bizimkilere benzemiyor. Erkeklerin de kadınların da başları kırmızıya sarıya çalan örtülerle kaplı. Her halde güneşten korunmak için. Altında da şala, pijamaya benzeyen giysiler var. Kadınlar hep böyle. Üzüm bağlarında; patlıcan, kavun, karpuz tarlalarında çalışıyorlar. Kimileri sabahtan eşeklere binmişler tarlaya geliyorlar. Bir de tarlalarda eşek, traktör, taksi, motorlu bisiklet görmek olası. Bu olağan bir görüntü buranın tarlalarından. Tarla içlerinden sulama kanalları geçiyor. Kimi zaman sırtlarında, geniş omuzlu kolsuz çoban giysileriyle koyun otlatan çobanlar görülüyor. Yamaçlarda sağa sola serpişmiş keçiler otluyor. Yol izlenimleri şimdilik bu kadar."
Kırkağaç, 7.8.1983. "Bugün pazar. Dün çıkmadığımız için ilk kez bugün Kırkağaç'a çıktık. Düzgün sıralar halinde emirle, komutla. Kırkağaç Parkı'ndan yazıyorum. Kırkağaç askerden taşıyor şu anda. Üç bin asker var sokakta, parkta, lokantada, şurda burda. Şehir hınca hınç dolu. Park güzel. Serin. Esintili. Televizyonda - videolu - sulu, ağlamaklı renkli bir yerli film var. Masa arkadaşlarımla hem konuşuyoruz, hem film izliyoruz hem de ben sana yazarak sesleniyorum."
Kırkağaç, 30.7.1983. "Dün gece şahane bir fırtına, sesini sevdiğim bereketli bir yağmur vardı. O yüzden bu cumartesi sabahı serin, tatlı, yumuşak, okşayıcı. Güzel mi güzel bir günün başlangıcı. Önceki mektubumda betimlemeye çalıştığım istirahat yerimiz olan çamlıktayım. Kahvaltı sonrası oturuyoruz. Kimi arkadaş mektup yazıyor, kimileri bir şeyler okuyor, kimileri türkü mırıldanıyor. En güzeli de çam ağaçlarında, başımız yanında ötüşen kumruların sesleri. Kumru, üveyik kuşu gibi. Ötüşü güvercini andırıyor. Ama güzel, yumuşak."