BiR DESENDİ HAYAT
Evlerimizin ve yukarıda fakültenin önündeki arkadaşların bir gecede yapıp kondurduğu Aşiyan'ın camlarına gülden rüzgarlar çarpıyordu. Fatih Eğitimin yokuşundan iniyorduk evimize. Bu iki katlı öğrenci evi sanki Fatih Eğitimin Yokuşunun başını yanan ışıklarıyla gece gündüz bekliyordu.
Öğrenci evinin birinci katında, ekim ayında durmaya başlamıştık. Bu evin birinci katının bir tarafı yarı beline kadar bir yarın dibindeydi, ön tarafı da atılan kül ve çöpten bir tepeydi. Hem bu tepeyi bir bahçeye, güzel bir yere dönüştürmeye hem de özellikle tuvalet ve su çeken duvarların oluşturduğu sorunları yok etmeye kubaşık fiiller kurup imece usulü çözümler arıyorduk.
Trabzon'un yağışı da boldu, bahar yağışları son hızla devam ediyordu, bir gün eve girdiğimizde evin yara dayalı duvarından sular sızmaya, salondaki mutfağın tezgahının altı yaşarmaya, hemen salona açılan wc'nin duvarı terleyip yere su biriktirmeye, yağışlardan da geri tepen kanalizasyon oralara su göllendirmeye başlamıştı. Bu yağışlarla neredeyse wc'ye girmenin mümkünü kalmamıştı.
Tuvalete girmek bir gereksinimdi ve orayı kullanmak zorundaydık, sonra içerinin havası yağışlarla çoğalan rutubetle iyice ağırlaşıyordu.
Evin önünde, ayva ağacının gövdesini de yarı beline kadar tutmuş külden ve çöpten tepeyi, eve taşındığımız ekim ayı içinde çiftçi komşulardan aldığımız, kazma, kürek ve bellerle düzlemiştik. Bu düzleştirdiğimiz alanı derin belleyip kış mevsiminin altına öylece bırakmıştık.
O sene iyi de kar yağmış ve soğuk olmuştu, temini bir şekilde mümkün odunlar, geniş karınlı odun sobasında durmadan yanıyor, eve yeni gelen arkadaşlara düzgün odunluklardan yatak yerleri bile hazırlıyorduk. Odun kıyma işini sabaha kadar motorlu bir testereyle halletmiştik de o kuvvetli kış bize vız gelmişti. Yer yatağım, yerden nasıl yükselmişti, o düzgün kalaslarla ve tahtalarla. Yerin soğuğu, beni hiç çekememişti, bu kereste kokulu yer yatağı sayesinde.
Düzleştirdiğimiz evin önünde kanada kavağından çelikleme usulü kavak fidanı yetiştirecektik.
Mart ayı içinde tekrar belleyip buraları düzeltip sıra sıra kanada kavağı fidanlığına çevirdiğimiz bahçemiz ilkbaharla birlikte duru ve açık yeşil, açık kahverengindeki taze yapraklarıyla küllüğü canlı, kıpır kıpır bir yere çevirmişti. Bu mekâna bir de eski bir ev koltuğu getirip baş köşesine oturtmuş, yanlarına da birkaç oturak yerleştirerek mekânı kullanılır hale getirmiştik.
Karadeniz'in kıyılarda bıraktığı düzgün taşlarla ortaya çıkan bahçeyi kuru taş duvar tekniğiyle çevirmiş ve bu taşları da kireçleyip o çöplüğe desenler çizmiştik, Tuncay Kasım, bu düzenlemede de başrolü almıştı. Aynı öğrenci evini paylaştığımız şehirli arkadaşlar, başından beri bu çöplükten bahçe işi olmaz yaklaşımı sergiliyordu. Onların bu olumsuz bakışı altında verdiğimiz emek dolu imece ile burası günden güne, çöplükten kurtuluyor, kazılıp düzlenmiş, külle toprak karıştırılıp derin bellenmiş ve sıralar halinde, içinde kaldırımı da olan kanada kavağı çeliklerinin güçlü, kahverengi tomurcukları iyice kabarıp patlayıverdiği, birkaç gün içinde de canlı filizlerle fışkırdığı; kireçli taşların etrafında, sahil tarafından kesip getirdiğimiz soluk ve cansız çim kalıplarının duru bir yeşille oraları süslediği burası, dönüp dönüp bakılası bir mekân oluvermişti. Bu uğraştığımız, emek verdiğimiz bahçe, artık, çöplükte açan yeşil ve beyaz desenlerle geleni geçeni karşılıyordu.
Buranın daha genişletilmesi için sahilden hep birlikte kovalarla, el arabasıyla taşıdığımız yedek çakıl ve taşlar da ayvanın alt tarafında öbek öbek duruyor ve kül ve çöp tepesinin ağırlığından kurtulan ayva ağacının gövdesi canlı ve pırıltılı bir hal alıyordu.
İki katında da öğrencilerin kaldığı bu evin üst katı, alt kattaki odalardan daha geniş olduğundan bahçenin üzerine doğru gelen uzantısıyla geniş bir saçaklık yapıyordu. Bu saçaklık, baş köşede duran eski bir koltuğu ve yerleştirdiğimiz tahta tabure, kütük ve taş oturakları sert, sepken yağmurlardan bile koruyordu. Günlerdir ince ince yağan yağmurlar çıplak dallı ayvayı, ayvanın ilerisindeki taş ve çakıl öbeğini, bahçe sınırı anlamındaki kireçle boyanmış dizili taşları, taşların dış tarafını tutan çim kalıplarını yere oturtmuş ve Akçaabat Trabzon yoluna kadar inen bu kısa yamacı pırlantaya kesmişti. Mart ayının ortalarında bellediğimiz bahçe toprağının büyük parçaları eriyip yağmur sularıyla duvarın taşlarına yaslanmış, yere iyice sarılmış, kanada kavağı çeliklerinin zeminini bekleştirmişti, toprağı zenginleştirsin diye attığımız fındık kabuklarının bazıları yağmurla toprağın üzerinde kınalı kınalı öylece kalmıştı.
Başlayan yağmurlarla bahçe çalışmalarına ara vermiş, okul zamanları dışında bahçeden bu rutubetli ve ağır kokulu eve iyice kapanmış, gürül gürül yanan odun sobasıyla ancak oturduğumuz ve yattığımız bir tek odayı yaşanılır kılmıştık.
Bahçemizdeki taş öbeğinden taşlar alıp uzunlamasına wc'nin zemininde suya batmamak için bir kaldırım yol yapmış, mikrop ölsün diye de o birikintiyi kireçlemiştik. Bahar yağmurlarının kanalizasyonları ve sızan duvarları daha etkin kılmasından wc'nin içindeki kaldırım yol da işe yaramaz hale gelmişti.
Evde beş kişi kalıyorduk, gelenlerle gidenlerle neredeyse on kişi, bu rutubetten, ıslanmışlıktan, akımı iyi olmayan wc'den konforsuz yararlanmak zorunda kalıyor, birbirimize şikayette bulunuyorduk. Ev nem, hava, koku ve termal konfor özelliğini günden güne yitiriyordu, alt sınıftaki bazı arkadaşlardan biri: "Artık bu evde durulmaz,"
Bir diğeri: "Ben birkaç gün başka arkadaşta kalacağım." deyip hazırladığı bavuluyla taşınmaya başlamış veya taşınma planları yapıyordu.
Matematik öğretmenliği bölümünde okuyan Malatyalı Zeynel'in tahta bir bavulu vardı, bu bavul, örtüsüz yatağının altında dururdu, ders çalışma zamanı bavulunu yatağın altından çıkarır, yatağın üzerine koyar, pijamalarının üzerine kalın gri bir hırka giyer ve bir çalışma masasının başına geçer gibi bavulun başına geçip problemler çözmeye başlardı. Problemleri çözdükçe, konuyu kavradıkça odasından sevinç ve zafer çığlıkları atar, her tarafı rakamlarla doldurulmuş birkaç teksir kağıdını eline alıp bizim odaya sigarası ağzında neşeyle girerdi. "Arkadaşlar, problem böyle çözülür, adam çok zor soruyor, kendinin çözemediği integral sorularını ödev veriyor." derdi.
Zeynel'in, aramızdaki bir adı da Takko'dur. Nam-ı diğer Takko, tahta bavulunu, yünden, kalınca doldurulmuş, kırmızı kırmızı kocaman çiçekli ve siyah renklerin de çokça bulunduğu Malatya yorganının her daim serili olduğu yatağın üzerine çıkarıyor, işi bitince de yatağın altına koyuyordu. Evden ayrılmak isteyen arkadaşlarının bavul ve valizleri gibi salonun kapısının orada hiç gitmeye hazır hale gelmemişti, bu bavul. Zeynel'in kitapları, bahçeye bakan evin iki kanatlı, çerçeveleri eskimiş ve yeşil boyaları kavlamış penceresinin geniş denizliğinin üzerinde yığılıydı, bu ders ve kaynak kitapların içinde birkaç devrimci yazarın kitabı da bulunurdu, zaman zaman bu kitaplardan birini okurdu, son zamanlarda Gülünün Solduğu Akşam'ı elinden bırakmıyordu, birkaç sık kullandığı giysisinden parkası, kot pantolonu, annesinin ördüğü kalınca, boncuk mavisi kazağı, bir iki gömleği de duvara çakılı iki çivide üst üste asılıydı. Takko, ev yıkılsa, odası suyun içinde kalsa da gidesi değildi, bizim bölümdeki arkadaşlara da çok güvendiğinden her şeyini bizlerle paylaşır, edebiyata da ilgisinden kitaplarımızı karıştırır, şiir üzerine de söyleşir, Nazım'dan ve Ahmet Arif'ten ezbere şiirler okurdu. Gösteri Dergisinin verdiği şiir kasetlerinden birini teypte çaldırmaya başladığımızda integral çalışmayı bırakıp şiir dinlemeye sevinçle ve dikkatle bizim odaya gelirdi.
Tarım işlerine yabancı olmayan, mısır ve tütünlüklerde zaman zaman çapa, kazma, bel ve küreklerle çalışan evlere de yakındı evimiz, çevreyle ilişkilerimiz vardı, enerjimiz çok yüksek ve halkı sonsuz seviyorduk. Hepimiz evin içindeki çaresizliği derinden yaşıyor, kazma kürek ve herhangi bir araç gerecimiz olmadığından elimizden de bir şey gelmiyordu. Kaldırımın üzerine bir kaldırım daha yapsak da artık wc eşikten taşma noktasına iyice yaklaşmıştı. Yağmurlar duruncaya kadar kanalizasyon wc'nin eşiğinden salona taşarsa yapacak hiçbir şeyimiz kalmayacağından evi hep birlikte terk edecek veya gece lağım nöbetinde kalıp kova ile lağımı alıp evin yan tarafındaki tarlaya dökecektik.
Tuncay, birkaç haftada bir, hafta sonları Çanakçı'ya gider, heybesi hep dolu gelirdi, bu heybede Çanakçı'nın yağlı fındığı, zaman zaman da palaz, tombul, sivri, kalem, kuş fındığı ve darı unundan yapılan taze darı ekmeği hep olurdu, bu darı ekmeğini yoğurtla yemek, Ömer'in İzmir Kemalpaşa'dan getirdiği zeytin yağıyla zenginleştirilip yumuşatılmış İzmir salçasına banıp yemek başka olurdu. Evin önündeki kanada kavağı fidanlığı düzenlendikten sonra da Çanakçı'dan gelen bir sivri fındığı, bir yağlı fındığı oradaki taşlarla kırıp severek yerdik, yağlı fındığın kırılması da kolaydı ve değişik bir yağı vardı, birkaç tane yedi mi adamın yeme isteğini keser ve tokluk verirdi, sivri fındık çok lezzetli olurdu, bu fındıkta bir yabanilik vardı sanki, palaz fındığı sertti, bu fındığın kırılması zor olmasına rağmen bahçedeki düz taşlarla çok kolay kırılırdı, kırdığımız fındık kabuklarını da bellediğimiz toprağa atar, bir değneğin ucuyla karıştırır ve toprağı havalandırırdık, o zaman bizim bahçenin toprak kokusu yandaki tarlalardan gelen toprak kokusuyla evimizin içine kadar dolardı. Eve arada bir uğrayan sınıf arkadaşımız İbo: "Soba tutuşturursunuz, ulen, şu fındık kabuklarını toprağa katmayın." derdi. Onun bu uyarısına Ömer, her seferinde: "Bunlar, toprağa can olacak, toprak zamanla organik yönden zenginleşecek, yakılır mı, arkadaş bunlar." derdi. Fındık kırma sesine Zeynel eşofmanları üzerinde kalın gri bir kazağın içinde incecik haliyle gelir, avucunu açar: "Çabuk, bana da fındık verin!" derdi, avucuna koyduğumuz üç beş fındığı ağzına atar, odasına integral çalışmaya giderdi. Çok geçmez, bir süre sonra ağzında yanan bir sigarayla tekrar fındık istemeye gelirdi: "Şu ucu sivri fındıklardan verin, çok lezzetli." derdi.
Yine bir pazar akşamı Çanakçı'dan heybesi dolu gelip evin önünde otobüsü durdurup inen Söğütlü'nün oralarda Akçaabat yolunu yüksekçe süslü bir tak gibi tutan kavakların dallarından çelikler yapıp evin önünde yeşerttiğimiz bahçeden eve bir hışımla girdi.
Yeşil parkasını başından indirirken: "Arkadaşlar, acayip yağmur yağıyor ve dışarıda temiz bir hava var, evin hali ne? Burası acayip kokuyor." dedi.
Wc'yi ve mutfak tezgahının altından sızan suları gösterdik.
Elindekileri, bir somyanın üzerine atan Tuncay: "Az durun bakalım," dedi. Sicim gibi bindirmiş yağmurun içinde yeşil parkası başına çekili halde kayboldu, beş dakika sonra elinde bir kazma, iki kürek ve uzunca bir sopayla parkasından sular damlayarak içeri bir hışımla tekrar girdi.
"Seyfo Ağam, bu kokudan kurtulmalıyız, yoksa hasta olacağız, bura bana ait." deyip paçalarını ince bacaklarının dizine kadar sıvadı, parkasını kapının arkasındaki kiriş mıhına asıp uzun sopayla wc'ye girdi, bir süre sonra çıkıp, "Çekti, göllenme ve lağım gitti, şu kovalara su doldurup bana verin, içeri acayip kokuyor, adam zehirlenir vallahi, iyi ki geçen hafta kireç basmışız mikrop yayılmasın diye." dedi.
Dört beş kova su ile wc'yi temizleyip bulaşık detarjanıyla oraları fırçalayınca yerleri ağartmış ve mis gibi kokulu bir hale getirmişti, Tuncay.
Öyle hızlı karar verip öyle hızlı çalışıyordu ki her şey üç beş dakika içinde oluyordu.
Beklemeden, sormadan, kazmayı kapıp: "Arkadaşlar, yağmur yağıyorsa yağıyor, kürekleri alın beni takip edin, çatının saçağı altında çalışılır!" deyip salondan içeri açılan iki kanatlı cümle kapısını açık bırakarak dışarı ince gövdesini atiklikle attı.
Ömer'le kürekleri alıp takip ettik.
Fatih Eğitim Yokuşu tarafından evin arka duvarının dayandığı yüksekçe toprak zemini kazmaya başladı, toprağı gevşettikten sonra, nefes nefese bize dönerek; "Arkadaşlar, toprağı şu tarafa atın, yola taşmasın..." dedi.
Toprağı temizlenen kanalı, eline tükürüp belini kamburlaştırarak ve hıhhlayarak, baştan sona bi daha kazmaladı.
Ömer, bu baştan, ben öbür baştan toprağı iyice temizleyip kanalı biraz daha derinleştirdik.
Bu şekilde evin temeline kadar inip burada biriken yağmur sularına bir akış verdik.
"Seyfo Ağam, bu yağmur suları kavaklığımızı sulayacak, biz buradan gitsek de yıllar sonra buraya geldiğimizde bizim kavaklar da Söğütlü'nün kavaklarıyla yarışacak." Sonra, sözlerine devam eden Tuncay: "Şimdi bahçemizde yığılı yedek taşları bu zemine döşeyeceğiz ve kapatacağız." dedi.
Taş taşıma gürültüsüne Zeynel ve yukarı katta kalan, edebiyatta okuyan Göreleli Musti, Akçaabatlı Orhan Sinan, lisede okuyan kardeşi Ertan, yine edebiyatta okuyan İzmirli Seyfettin ve Osman Kuyumcu da geldi, bir solukta taş döşeme işi bitince, Ömer, tüten sigarasını ağzından alıp: "Arkadaşlar, bir çeşit drenaj yaptık, daha bu ev su almaz." dedi.
Çıkan toprağı taşların üzerine atıp çiğnedik.
Yorulmuş olarak içeri girdik.
Tuncay: "Bu duvarlar iki günde kurur, şimdi bir çay yapalım, taze darı ekmeği getirdim, peynirle, zeytinyağlı salçayla yeriz, kaldıysa şu Merzifon çokokreminden de çıkarın." dedi.
Ömer: "Merzifon çokokremini bitirdik, sen gelmeseydin aç kalacaktık." dedi.
Orhan Sinan: "Aç kalınır mı, yukarıda evin kapısı her zaman açık, çıkın ne varsa yiyin arkadaşlar." dedi.
Takko: "Bu evde arkadaşlar aç kalmaz, benim bavulun içi ince tarhana dolu, bir sınıfı, bir ay besler." dedi. Zeynel, matematik çalışırken bir teksir kağıdının üzerine bir tutam ince Malatya tarhanası koyar, çıtır çıtır dişleriyle kırıp tarhananın tadını duyumsardı, bize de uzatarak: "Alın arkadaşlar, tok tutar." derdi.
Memleketim Merzifon ve dolaylarında kuşburnundan yapılan marmelata, Merzifon'da kuşburnu ezmesi denildiğinden ben de kuşburnu ezmesi diye tanıtmama rağmen, arkadaşlarca, tadından ve kıvamından çokokrem adını almıştı, bizim oranın kuşburnusu.
Yukarı katta duran arkadaşlar da raflarda dizili, birçok tabağın yanındaki birçok çay bardağından alıp tezgahın üzerinde kaynayan geniş aliminyum demlikten çaylarını doldurup şekerlerini attılar ve karıştırmaya başladılar, karnı tok olanlar büyük odadaki büyük odun sobasının başını çevirdiler.
Karnı aç olanlar da ayak üzeri tezgaha bir sofra kurup iştihayla taze darı ekmeğini İzmir salçasına banıp yemeğe başladı.
"Ömer, yine gümrükten mal kaçırıyorsun!" dedim.
Tuncay, bastı kahkahayı.
Ömer: "Çabuk çabuk, daha işimiz var, arkadaşlar." dedi, wc'yi göstererek: "Şurayı güzelce bir kireçleyelim." dedi.
Haftalarca süren bahar yağmurlarına rağmen bizim duvar üçüncü gün, havalandırmalarla kurumaya başladı, bir hafta sonra da kavaklığımızda karıştırılan toprak kokusunun açık salon kapısından içeri dolmasıyla evde de mis kokular yayılıyordu. Çok sürmedi, evi terk eden arkadaşlar da son keşiflerinden sonra eve bir bir dönmüşlerdi.
Sonra duvardaki rutubet desenlerini, bembeyaz kirece vermiştik de her yer pırıl pırıl ve ak pak olmuştu.
Zeynel ara da bir, badanalı duvarlara bakıp: "Arkadaşlar, bu aydınlıkta ders çalışmak öyle sarıyor ki." diyordu.
Evin etrafındaki boş yamaç ve düz bahçeye daha da desenler çizmiştik, yoldan akın akın otobüs durağına geçen fakültenin öğrencileri ve hocaları dönüp dönüp bu yoksul evin önündeki zenginliğe, oradaki emek dolu desenlere bakıyorlardı.
Mayısla birlikte tüm güzelliği üzerindeki bahçenin üzerine ayva çiçek açtı.
Yukarılarda, Söğütlü köyünün içinden köküyle topraklı söküp buraya diktiğimiz menekşelerin mor çiçekleri çoktan solmuş, yeşil ve kabalak yaprakları etli bir biçimde Tuncay'ın mayıs başında tekrar bellediği bahçenin toprağını, üzerinden kayan çiğ damlasıyla incecik öpüyordu. Taşların orada da çiğdem renkli nergisler, sabah güneşinin pırıltılarını kireç renkli taşa çaldırıp küçük yapraklı ayva dalına konan kuş sesleri bizi Fatih Eğitimin Yokuşundan sabah derslerine gönderiyordu.
Çıkıyoruz Fatih Eğitimin Yokuşundan elimizde her şey defterleriyle.
Ve iniyoruz Fatih Eğitimin Yokuşundan cebimizde Fatih Eğitim Fakültesi diploması, benim değil artık hayat.
Hayat, her birimizi yurdun değişik yerlerine yolcu etse de bir şekilde iletişim kuruyoruz, bu zor, yoksul, dayanışmacı ve hiçbir sorun önünde yılmayan arkadaşlarla.
Yıllar sonra paylaşımlarına bakıyorum da, o yoksul öğrenci evini iyileştirme ve yaşanılır kılma çalışmalarıyla evin önünü tutan külden ve çöpten tepenin yerinde sabah güneşine karşı oturup kitap okuduğumuz, çay içtiğimiz bir kavak fidanlığına, çiçekli bahçeye dönüştürme kubaşık fiillerinin şimdi, imkansızlıklar içinde bir ilçede kurulan güzel imecelerin başında okul arkadaşım Tuncay Kasım'ı görüyorum.
Oradaki güzel çalışmalar, çalışmalar sonucunda ortaya çıkan bu güzel desenler Çanakçı'da yaşayanların aidiyetlerini gittikçe yükseltiyordur, diyorum içimden.
Bakıyorum da çocukluğunun ve gençliğinin koştuğu Çanakçı'ya durmadan desenler çiziyorsun. Öğrenciliğinde o yoksul evin etrafına imecelerle çizdiğin desenler, şimdi memleketinde, daha da büyüyerek ve çoğalarak başka desenlere duruyor.
Sen desenlerini doğduğun topraklara çiz, belki kırk yıl sonra Çanakçı'nın bu desenli halini, özellikle (Değirmen Anası) Anapark'ı bir gün görmek dileğiyle. 07 Kasım 2023, Seyfo Ağan)